ALİ EKREM BOLAYIR (1867-1937), Tanzimat Sonrası Türk Edebiyatı’nın önemli yazarlarından Nâmık Kemal’in oğlu olan Ali Ekrem, 2 Ağustos 1867’de İstanbul’da doğmuştur. Nâmık Kemal, Recaizâde Mahmut Ekrem’e olan muhabbet ve hürmeti sebebiyle oğluna Ali Ekrem adını vermiştir. Ali Ekrem ilk eğitimine dört yaşında Hubyar mahalle mektebinde başlar. Hubyar mahalle mektebinde bir yıl eğitim gördükten sonra Sofular mahalle mektebine devam eder. Sekiz yaşında Fatih Askerî Rüşdiyesi’ne kaydolan Ali Ekrem, babası Nâmık Kemal’in 1877-1884 arasında Midilli’ye sürülmesiyle eğitimine özel hocalardan aldığı derslerle devam eder. Nâmık Kemal, Midilli’den sonra 1884-1887 arasında Rodos mutasarrıflığı görevinde bulunmuştur. Bu süre zarfında Ali Ekrem, Şeyh Abdullah Efendi’den Arapça ve Naib Sıtkı Bey’den usûl-ı fıkıh ve ilm-i kelam dersleri alır. Ali Ekrem, “asıl tahsilinin” on altı yaşında Rodos’a gittiğinde gerçekleştiğini ifade eder. Nâmık Kemal’in Sakız mutasarrıflığı sırasında ise Sait Efendi’den hadis bilgisi ile Arap ve Acem edebiyatı üzerine eğitim alır. 1888’de Nâmık Kemal oğlunun devlet kapısında bir yere yerleşebilmesi için Ali Ekrem ve annesini İstanbul’a gönderir. Dedesi Mustafa Âsım, Ali Ekrem’in Şûrâ-yı Devlet veya Hariciye Nezareti’nde görev yapmasını istemektedir. Fakat Ali Ekrem, Sultan II. Abdülhamid tarafından Mâbeyn Kâtipliğine atanır. 18 yıl bu görevde kaldıktan sonra 1906-1908 arasında Kudüs Mutasarrıflığı yapar. II. Meşrutiyet’in ilanıyla İstanbul’a dönen Ali Ekrem, 1908’de Cezâyir Bahr-i Sefid valiliğine atanır. Bir yıl sonra 9 Eylül 1909’da kadrosuzluk nedeniyle bu görevinden alınır. İstanbul’a tekrar dönmek zorunda kalan Ali Ekrem, 1910’da Dârülfünûn’a müderris olarak atanır. 1911’de üç ay gibi kısa süreliğine seyahat amaçlı Fransa ve İsviçre’ye gider. 1912’de Cezâyir-i Bahr-i Sefid valiliğine tekrar atanan Ali Ekrem, Balkan Savaşı’nda valilik merkezi Midilli’nin 20 Aralık 1912’de Yunanlılar tarafından işgal edilmesi üzerine esir düşer. Sonrasında İstanbul’a geri dönen Ali Ekrem, Dârülfünûn’da Nazariyyât-ı Edebiyye dersleri hocalığına atanır. Ali Kemal’in Maarif Nâzırlığına kadar bu görevini yürüten Ali Ekrem, 1919’da dersinin kaldırılmasıyla açıkta kalır. Bir süre Mekteb-i Sultanî’de edebiyat öğretmenliği yaptıktan sonra, Yahya Kemal’in milletvekili seçilmesiyle 1923’te Dârülfünûn’da şerh-i mütûn müderrisliğine getirilir. Dârülfünûn’un 1933’te üniversiteye dönüştürülmesine kadar bu görevde kalan Ali Ekrem, sonrasında maddî sıkıntılar sebebiyle Maltepe Askerî Lisesi’nde edebiyat hocalığı yapar. 27 Ağustos 1937’de vefat eden Ali Ekrem Bolayır, Zincirlikuyu Asrî Mezarlığı’na defnedilir.
Ali Ekrem, siyaset ve bürokrasi ortamında yaşadığı tüm sıkıntılara rağmen edebiyatla bağını koparmamıştır. Erken yaşta edebiyatla ilgilenmeye başlayan Ali Ekrem, ilk şiir denemelerini Mirsad (1307) ve Resimli Gazete (1307)’de yayımlamıştır. Daha sonra Maârif (1307-1312), Maʻlûmât (1309-1311), Servet-i Fünûn (1307-1928) mecmualarında yazmıştır. Mâbeyn’de görevli olması nedeniyle yazılarında önce İlham[1], sonrasında ise A(yın) Nadir[2] müstearını kullanmıştır. Ali Ekrem’in çeşitli alanlarda basılmış eserleri şunlardır:
Dil ve Edebiyat
Târih-i Edebiyyât-ı Osmaniye (İstanbul 1928)
Dârülfünûn Edebiyat Dersleri (1330-1331)
Lisân-ı Osmanî (1332)
Nazariyyât-ı Edebiyye Dersleri (1331-1334)
Şerh-i Mütûna Medhal (1928)
Lisânımız (1930)
Biyografi
Külliyyât-ı Kemal Tabʻ Olunuyor (1326)
Recâizâde Mahmud Ekrem Bey (1339)
Nâmık Kemal (1930)
Şiir
Kasîde-i Askeriyye (1324)
Kırmızı Fesler (1324)
Rûh-ı Kemal (1324)
Zılâl-ı İlhâm (1327)
Lisân-ı Osmanî (1332)
Ordunun Defteri (1336)
Ana Vatan (1337)
Şiir Demeti (1340)
Vicdan Alevleri (1341)
Tâir-i İlâhî (2013)
Tiyatro
Bâria (1324)
Sükût (1919)
Mama Dadım Darılır (1919)
[1] Mirsad Mecmuası’ndaki ilk şiiri “Kumru” İlham müstearıyla çıkmıştır (Özgül, 1991: 311).
[2]Arkadaşlarımdan Reşid Bey'in de muâvenetini musırrâne (yardımını ısrarla) taleb ediyordu. Bir değil, iki Mâbeyn Kâtibi olacaktık. Mesele çok şâyân-ı endîşe! Bir meclis-i meşveret akdine lüzûm gördüm. Ubeydullah'ı, İzmirî Ali Şefik’i çağırdım. İkisi de beni teşvîk ettiler. Yalnız Safâ'nın pek ziyâde işâa olduğu (duyurduğu) (İlham) nâm-ı müsteârını (takma adını) bırakmak lâzım geleceğini söylediler. "Ne diyelim" dedim. Şefik: “Şemseddin, Bahâeddin gibi birşey ...” deyince isyân ettim. “O hâlde sen nâdirü'l-vücûd bir zâtsın, gel, adın Nâdir olsun! Nazar-ı dikkati celbetmez, başına da Ali isminin A(yın)ını ilâve edersin, olur gider'” dedi. Ubeydullah bunu tasdîk edince, biz A. Nadir olduk. (Özgül, 1991: 427).