Fâik Reşâd 1 Zilhicce 1267’de (26 Eylül 1851) İstanbul’da doğdu. Asıl adı Ahmed Reşâd ise de devrin kalemlerindeki âdet dolayısıyla kendisine verilen “Fâik” mahlası ile birlikte tanınmıştır.[1] Babası alayemini İzmirli Hacı Tâhir Efendi’dir. Eserlerinin çoğunda anne tarafından büyük babası olan Dîvân-ı Hümâyûn hâcegânlarından İhyâ Efendi’ye mensubiyetini belirtmek için ismini uzun süre “İhyâ Efendi Hafîdî Reşâd” şeklinde yazmıştır.
Tahsiline ilk olarak Sultanahmet’teki sıbyan mektebinde başladı, daha sonra Divanyolu’nda Mekteb-i İrfâniyye Rüşdiyesi’nde devam etti. Buranın kapanması üzerine dört sene eğitim göreceği Bezmiâlem Vâlide Sultan Rüşdiyesi’ne kaydını aldırdı; ancak orayı da bitirmeden, o devirde saygın ailelelerin çocuklarının küçük yaşta kabul edildiği Bâb-ı Seraskerî Muhâsebe Kalemi’nde stajyer olarak göreve başladı. Burada yaklaşık iki yıl kadar görev yaptıktan sonra 30 Haziran 1865’te dedesi İhyâ Efendi’nin iltimasıyla Dîvân-ı Hümâyûn Kalemi’ne tayin edildi. İlk şiir yazma tecrübelerine buradayken başlayan Fâik Reşâd aldığı özel derslerle filolojik ve edebî kültürünü ilerletmeye gayret etti. Sabahları işe gitmeden evvel Ayasofya Medresesi talebesi Ali Efendi’den Arapça, gündüzleri de kalemde Cem‘î Efendi’den Farsça dersleri alıyordu. Zengin bir kültürel birikime sahip olan Cem‘î Efendi, Fâik Reşâd’ın yaptığı şiir denemelerinde ona yardımcı olup yol gösteriyordu. Dedesi İhyâ Efendi’nin nüfuzu ile burada iki yıl çalıştıktan sonra yine Hâriciye Nezâreti Mektûbî Kalemi’ne terfî etti. Mektûbî Kalemi yıllarında edindiği kültürel ve fikrî birikim Fâik Reşâd’ın yetişmesinde mühim bir yer tutar. Buradaki me’mûriyetinin de gereği olarak Fransızca öğrenen yazar, Fransız edebiyatından tercüme denemelerine başladı.
Tercümân-ı Ahvâl, Tasvîr-i Efkâr gibi gazetelerin koleksiyonlarını okuyan yazarın, yazı yazmaya yönelik hevesleri artmaktaydı. Batı edebiyatını tanıması onun edebî zevkinde mühim değişmelere sebebiyet verdi. Bunun neticesinde o zamana kadar eski tarzda yazdığı bütün şiirlerini yok ettiği gibi Hakāiku’l-vekāyi‘’de, eski edebiyatı ve o tarzın devam ettirildiği yeni şiirleri tenkit eden bir makale yazarak gerçek şiirin Batı’da olduğunu, artık edebiyatçılarımızın devri geçmiş köhne şeyler yazmak yerine kendilerine Batı şiirini örnek almaları gerektiğini ifade etti. Bu gazetenin, eskinin köhnemiş zevk ve alışkanlıklarını devam ettiren şairlerin manzumelerine sayfalarını açmasını tenkit ettiği yazı büyük tepkiyle karşılandı ve Fâik Reşâd’ın ismini bir anda edebiyat âlemine duyurmasına yol açtı. O zamana kadar onu hiç tanımamış olan Nâmık Kemâl’in Magosa’dan ilgisini çekip kendisiyle dostluk kurmasına vesile oldu. O devirde eski edebiyat taraftarlarının en önde gelenlerinden ve aynı zamanda divan sahibi bir şair olan Şarkîkarahisarlı Abdî’nin şiddetli hücumu ile bu münakaşa hararetli bir zemine kaydı. Şair Abdî, Hakāiku’l-vekāyi‘ gazetesindeki yazılarında Fâik Reşâd’ın aleyhinde Frenklik ve dinsizlik ithamlarından başka bir terkîb-bend yazıp risâle şeklinde bastırıp dağıtarak onu Türk şiir ve edebiyatının düşmanı ilân etmişti. Bu sırada edebî çevrelerde Fâik Reşâd, Osmanlı edebiyatı aleyhinde çığır açmak isteyen birisi olarak tanınıyordu. Böylelikle basın hayatında bir tanınırlık elde eden Fâik Reşâd 1874 yılında çıkmaya başlayan Medeniyet gazetesinin başmuharriri oldu. Buradaki faaliyeti malî husustaki anlaşmazlık yüzünden ilk sekiz nüshanın sonunda bitti.
Fâik Reşâd, Ziyâ Paşa’nın 1874 Ekim’inde çıkan Harâbât’ının aleyhindeki görüş ve tenkitlerini eserle birlikte Nâmık Kemâl’e göndermişti. Nâmık Kemâl de Harâbât’a yönelik ağır eleştirilerini ihtiva eden Tahrîb-i Harâbât’ını aynı yılın son aylarında tamamlamış; ancak devrin şartları dolayısıyla basılmasını mümkün görmediği için Fâik Reşâd’a göndererek gerekli yerlere dağıtılmak üzere kendi el yazısı ile onu istinsah etmesini istemişti. Daha o zamanda yazısının güzelliğiyle tanınan Fâik Reşâd’ın 1875 yılında da sürdürdüğü istinsahlarla Tahrîb-i Harâbât’ın etrafa yayılması ve ilgili ellere ulaşmasında aynı işi yapan başka bir iki kişiyle birlikte mühim bir hizmeti geçmiştir.
Çalıştığı kalemde birinci sınıf kâtipliğe yükselen Fâik Reşâd’ın, Hâriciye Nezâreti Evrak Odası’na nakli yapıldı. Burada hakettiği maaşı alamadığı için kendisini geçim sıkıntısından kurtarabileceği ümidiyle imparatorluğun uzak bölgelerinden birinde bir mektupçuluk elde etme hevesine kapılarak bir vaad üzerine geçici bir izinle Trablusgarp’a gitti. Umduğunu bulamayınca güçlükle tayinini Humus tahrirat müdürlüğüne aldırdı, burada da mutlu olamayan yazar istifa ederek İstanbul’a döndü.
İstanbul’a dönerken Midilli’de Nâmık Kemâl’i ziyaret edip bir hafta kadar onun misafiri oldu. Trablusgarp’a gidiş ve dönüş tarihi bilinmeyen Fâik Reşâd, İstanbul’a geldiğinde üç aylık izinle ayrıldığı kalemdeki yerine bir başkasını tayin edilmiş buldu. Kısa süre sonra Matbaa-i Âmire ve Takvîm-i Vekāyi‘ müdürü olan Ahmed Midhat, onu Takvîm-i Vekāyi‘ gazetesinin başmuharrirliğine getirdi. 1880 yılı Martından itibaren zaman zaman aksamalar olsa da Takvîm-i Vekāyi‘ Fâik Reşâd’ın elinde çıkmaya başladı. Bu yıllarda Şark mecmuasında da (1880-1881) çeşitli yazıları görülmeye başlayan Fâik Reşâd gazetecilik faaliyetini sürdürürken, 1882 Nisan’ında Diyarbekir maarif müdürlüğüne tayin etti. Diyarbekir’e gelen Reşâd, burada yapılması gereken işlerin tahsisat yokluğu yüzünden gerçekleştirilemeyeceğini gördüğünden, başka bir yere naklini istemesi üzerine Van maarif müdürlüğüne tayin edildi. Burada da bir iş yapılamayacağını anlayınca yeni bir yere nakil başvurusu üzerine Yanya maarif müdürlüğüne tayin edildiyse de Yanya Valisi Ahmed Eyüp Paşa ile idarî hususlarda anlaşmazlığa düştüğü için onun şikâyeti üzerine azledildi.
Yaklaşık altı yıl süren taşra hayatından sonra 1888’de İstanbul’a döndü. Bazı özel okullarda hocalık yaparak geçimini temin etti. Ayrıca çeşitli gazete ve mecmualarda yazılar yazmaya başladı. Mürüvvet gazetesinde Muallim Nâci ile beraber çalıştı. Onun gazeteden ayrılmasından sonra başmuharrir oldu. 1892’de Matbûât-ı Dâhiliyye İdaresi mümeyyizliğine tayin edildi. Bu görevde müdür muavinliğine kadar yükseldi. Bu vazifesine ilâveten kendisine 1908’de II. Meşrutiyet’in ilânında Takvîm-i Vekāyi‘ müdürlüğü de verildi. Uzun bir süreden beri yayını kesintiye uğramış olan Takvîm-i Vekāyi‘ onun idaresinde yeniden çıkmaya başladı. Ancak kısa bir müddet sonra bazı tasarruf tedbirleri gereği çalıştığı her iki kurum da lağvedilince işsiz kalarak kendi isteğiyle emekliye ayrıldı. 1911’de yeni açılan Kadastro Mektebi’nde kitâbet hocası oldu. Devrin biyografi ve kitâbiyat sahasının Ali Emîrî, Bağdatlı İsmâil Paşa, Bursalı Mehmed Tâhir gibi ünlü sîmâlarıyla birlikte 1909 Kasımında Târîh-i Osmânî Encümeni muhabir âzâlığına seçildi. Ali Ekrem’in 1911 yılında da Avrupa’ya gitmesi dolayısıyla, Dârülfünûn Edebiyat Fakültesi’nde târîh-i edebiyyât-ı Osmâniyye dersini okutmak üzere onun yerine vekil hocalığa tayin edildi. Avrupa’dan dönen Ali Ekrem’in Cezâyir-i Bahr-i Sefîd valiliğine görevlendirilmesiyle adı geçen fakültedeki vazifesine 1912-1913 ders yılında asaleten atandı. Buradaki öğrenciler için hazırladığı ders notlarından Târîh-i Edebiyyât-ı Osmâniyye adlı eserini meydana getirdi. 21 Mayıs 1912’de çıkan ve binlerce evi yakıp yok eden İshak Paşa yangınında evi ve ömrü boyunca topladığı çok değerli eserlerden meydana gelen zengin kütüphanesi, nâdir yazma ve hat koleksiyonlarının yanı sıra bütün notları ve hazırlamakta olduğu eserlerin hepsi yanıp kül oldu. Katlanılması çok güç olan bu felâketin ardından, 1913-1914 ders yılı başında yetersizliği ileri sürülerek Dârülfünûn’daki vazifesine son verildi. Buradan ayrıldıktan sonra kendisine İnâs Sultânîsi’nde edebiyat öğretmenliği verildi. Bozulan sağlık durumundan ötürü buradaki görevini bırakarak sadece Kadastro Mektebi’ndeki kitâbet hocalığını sürdürebildi. 26 Haziran 1914’te İstanbul’da vefat etti ve Erenköy’de Sahrayıcedid Kabristanı’na defnedildi.
Birçok neslin kendisini uzun yıllar bir üstat olarak tanıyıp saydığı velûd bir yazar olan Fâik Reşâd, eserlerinin çokluğu ve uzun sürmüş yazı hayatının verimliliğiyle kendini kabul ettirmiş bir isimdir. Devrinin kültür ve eğitim alanındaki ihtiyaçlarını karşılamaya çalışan eserleri şöhretini yaygınlaştırdıktan başka kendisini kültür hayatımızda bir rol sahibi de yapmıştır.
Fâik Reşâd’ın Türk fikir hayatına getirdiği katkıların en başta geleni edebiyat tarihi sahasındadır. Türk edebiyatının çok ihmal edilmiş olan mâzisini araştırmaya hazırlıklı ve en sebatlı bir şekilde yönelen kimse başlangıçta sadece odur. Edebiyat tarihinin ehemmiyetini en iyi gören biri olarak yıllarını bu sahada çalışmaya sarfetmiştir. Edebiyatımızın geçmişteki simaları hakkında bir dizi tutturarak devam ettirdiği hal tercümesi ve değerlendirme yazılarıyla, tezkirelerde unutulup kalmış bilgileri geniş okuyucu kitlesine yaymak vazifesini üstlenmiş; Türk edebiyatının mâzisine karşı mevcut olmayan bir ilgiyi yaratmaya çalışmıştır. Bu sahada henüz kendisi ortaya çıkmadan önce Muallim Nâci’nin Osmanlı Şâirleri adı altında topladığı yazılarla oldukça sathî bir şekilde denediği bu işi Fâik Reşâd, araştırma ve derinleştirme gayretinin ağır bastığı çalışmaları ile daha ileriye götürmüştür. Fâik Reşâd’ı açtığı bu yolda çok geçmeden Bursalı Mehmed Tâhir’in çapını daha iyi hissettiren hal tercüme çalışmaları takip edecektir.
1890 sonrası ile II. Meşrutiyet yılları arasının Türk okuyucusu, kendi milletinin eski şair ve edebiyatçıları hakkındaki bilgileri en çok onun küçük çapta portreler çizen hal tercümesi yazılarından edinir. Fâik Reşâd bu bilgilere ulaşabilmek için bütün İstanbul kütüphanelerini yıllarca dolaşmış, doğru dürüst fihristleri bile bulunmayan yığın yığın kitap karıştırmış, notlar almış, Fatîn Efendi’nin sadece yakın devreye ait eseri hariç o zamana kadar hiçbiri basılı olmayan tezkirelerin söylediklerini başka hal tercümesi kaynakları, tarihler ve dîvânların yanı sıra devamlı dolaştığı sahaflarda gördüğü ya da kendi kütüphanesine kazandırmış olduğu yazma eser ve mecmualardan çıkarmaya uğraştığı yeni bilgilerle zenginleştirmeye ve tamamlamaya gayret etmiştir.
Fâik Reşâd, edebiyat tarihimizin yazılmamış olmasının kaynak ve malzeme eksikliğinden değil zamanın kalem sahiplerinin ihmal ve gayretsizliğinden, kütüphanelerde yatan birer hazine değerindeki eserlere el bile sürülmemesinden ileri geldiği görüşünü hayatının sonuna kadar tekrarlar. Fâik Reşâd, mevcut malzeme içinde tezkirecilerin eserlerinin edebiyat tarihimizin esas rüknü, hiç değilse ondan birer fasıl olarak değerlendirilmesi gerektiğine inanmaktadır. Hazırladığını söylediği eserinden “tezkire” adıyla bahsedişi de bu bakımdan dikkat çekicidir. Edebiyat tarihi sahasındaki büyük çalışmalarından bir başkası olmak üzere, Eğridirli Hacı Kemâl’in Câmi‘ü’n-nezâir’ini model tutarak XVII. asır sonlarından kendi zamanına kadar gelmiş şairlerin nazîrelerini bir araya getirecek bir eser hazırlamakta olduğunu haber verdiği gibi ondan bir de örnek yayımlar. Kendimizin yapamayıp da yabancıların Osmanlı edebiyatı tarihi sahasında yazmaya muvaffak oldukları eserler karşısında daima üzüntü duyduğunu ifade eden Fâik Reşâd, eski müelliflerin gerekli malzeme ve kaynakları hazırlamış oldukları halde, edebî geçmişlerine merak duymayan nesiller bunlar üzerinde çalışma gayreti göstermediklerinden edebiyat tarihimizin bir türlü meydana konulamamış olması üzerinde durarak bunun ne derece büyük bir kayıp olduğuna işaret eder. Yazısında kendisinin bu eksikliği karşılamak üzere yedi sekiz yıldan beri bütün şuarâ tezkirelerini karıştırıp çeşitli kaynakları elden geçirmek suretiyle Osmanlı Devleti’nin kuruluşundan kendi zamanına kadar gelen şairleri tam kadro ile içine alan bir eser hazırlamakta olduğunu duyurur. Her bir şairin hal tercümesini ve eserlerinden seçilmiş örnekler veren kitabının bu şairlerin edebî hüviyetlerini ve mensup oldukları devirlerin hususiyetlerini gösterecek tahlilleri de içine aldığını kaydeder. Buna mukabil Fâik Reşâd, sadece yazılmış kısımları hacimli iki büyük cilt tutan bu eserini böyle kitaplara karşı olan ilgisizlik dolayısıyla bastıramadığını bildirmektedir.
Sahafların sâdık bir müdavimi, değerli bir eser için para esirgemez bir kitap meraklısı olarak tanınan Fâik Reşâd’ın bir şöhreti de rik‘ada üstat bir hattat oluşudur. Dîvânlardan, nâdir eserlerle kaynak değerini taşıyan yazmalardan rik‘ası yanında nefis bir ta‘likle yaptığı birçok istinsah bilinmektedir. Ancak bütün bunların yer aldığı kütüphanesi, evi İshak Paşa yangınında kül olmuştur.
[1] Fâik Reşâd, Eslâf’ta Vecdî’den bahsederken kendi mahlasını nasıl aldığına dair dipnotta şu açıklamayı yapmıştır: “el-Yevm dahi mer‘î olduğu üzere dîvân-ı hümâyûn kaleminde hutût-ı mütenevvi‘ada bi’l-hâssa hatt-ı dîvânîde hâ’iz-i nisâb-ı kemâl olan mülâzımîne birer münâsib mahlas verilerek müstahdemîn sırasına geçirilmek usûlden olmağla müşârun ileyh Vecdî mahlasını işte burada almışdır. Nitekim bizim “Fâ’ik” mahlası da 1284 târîhinde müdâvimi bulunduğum kalemin yâdigârıdır ki vech-i meşrûh üzre verilmişdir.” Eslâf, C. I, s. 177.