GELİBOLULU SÜRÛRÎ, XVI. yüzyılın meşhur şerh ve tercüme âlimlerindendir. Asıl ismi Muslihuddin Sürûrî’dir. H 897 (M 1491-92) yılında Gelibolu’da dünyaya geldiği bilinen Sürûrî’nin adı bazı kaynaklarda da Mustafa olarak geçmektedir. Babasının zengin bir tüccar olduğu ve adının da Hâce Şaban olduğu bilinmektedir. Ayrıca babası, II. Bayezid Amasya’da şehzade iken Amasya Defterdarı olarak görev yapmıştır. Sürûrî’nin babasının eğitime önem veren bir kişi olması ve oğlunu da bu şekilde yetiştirmek istemesi birçok maddi imkânın Sürûrî için ortaya çıkmasını sağlamıştır. Bu olanaklar sayesinde iyi bir eğitim gören Sürûrî, aynı zamanda devrin birçok önemli şahsiyetinden ders almıştır. Bu şahsiyetler arasında Kara Davut İzmitî, Nihâlî, Tâcî-zâde Cafer Çelebi, Taşköprülü-zâde Mustafa ve Abdülvâsî Efendi gibi âlimler yer alır. Babasının büyük desteğini her zaman arkasında hisseden Sürûrî, birçok eser kaleme almış ve bu eserleri yazması vesilesi ile kendisi ve hocaları, babası tarafından hediyelerle mükâfatlandırılmıştır.
Sürûrî, varlıklı bir yaşam sürmesi sayesinde para kazanma ihtiyacı duymamış ve gençliğini ilme adadıktan sonra 29 yaşında çalışmaya başlamıştır. İstanbul Kadısı Fenârî-zâde Muhyiddin Efendi, Sürûrî’ye “bab mahkemesi nâibliği” görevini vermiştir. Daha sonra Muhyiddin Efendi’nin Anadolu Kazaskeri olmasıyla, Sürûrî de onun devlet daireleri arasındaki resmi işlerini ve yazışmalarını yapma işi olan tezkirecilik görevinde çalışmaya başlamıştır. Bu sırada Sürûrî, eski hocalarından Abdülvasi Efendi’ye bulunmuş olduğu makamın bilgilerini açığa vurmakla suçlanmıştır. Bu durum aynı zamanda Fenâri-zâde ile aralarının bozulup açılmasına neden olmuştur. Bunun üzerine Sürûrî, Emir Buhari Tekkesi Şeyhi Nakşibendi Mahmud Efendi’ye intisap ederek kendini dervişlik yoluna vermiştir. Ayrıca hac görevini yerine getirmek için de İstanbul’dan ayrılmıştır. Hacdan döndükten sonra Fenâri-zade ile araları tekrar düzelmiş ve bir müddet Fenâri-zade’nin yanında müsteşarlık yapmıştır. Daha sonra ise çeşitli medreselerde müderrislik görevini yerine getirmiştir.
Çeşitli tezkirelerde kendisi hakkında devlet makamlarından çekilerek münzevi bir yaşamı seçtiği, Emir Buhârî Dergâhı Şeyhi Abdullatif Efendi’ye mürit olduğu ve Kasımpaşa’daki evinin yanına bir mescit inşa ederek vaktini ibadet ve dersleriyle geçirdiği bilgileri bulunmaktadır. Hatta Âşık Çelebi Tezkiresi’nde Sürûrî’nin başına bela olduğundan dolayı evini sattığını söylenir.
Sürûrî, Kanuni Sultan Süleyman’ın Van Seferi sırasında bir fermanla Şehzade Mustafa’ya hocalık yapması için davet edilir. O da birçok dostunun ikazına rağmen daveti geri çevirmez ve Amasya’ya gider. Dostlarının ikazı, onun kendini tamamen ilme ve irfana adaması ve Kanuni’yle Şehzade Mustafa arasında yaşanan husumetlerden zarar göreceği yönündedir. Ancak davetten sonra Sürûrî’yi eleştiren gazeller ve kasideler de yazıldığı bilinmektedir.
Şehzade Mustafa’nın 1553 senesinde öldürülmesi Sürûrî’de derin bir üzüntüye sebebiyet vermiştir. Bundan sonraki dokuz yıl boyunca yine çalışmadan uzak durmuş ve münzevi bir hayat sürmüştür. Aktarılan bilgilere göre kendisinden yardım isteyenleri boş çevirmemiş, kendisi de yine yoksulluktan dolayı oldukça sıkıntı çekinmiştir. Yine elde edilen bilgilere göre Sürûrî 72 yaşında kolera salgınından hayatını kaybetmiştir. Kabri Kasımpaşa’da Beyoğlu tarafında yaptırdığı mescidin haziresinde bulunmaktadır.
Sürûrî mantık, tıp, belagat, hadis, tefsir gibi birçok alanda eser vermiştir. Bunda eğitime önem veren kişiliğinin ve yaşadığı münzevi hayatın büyük bir etkisi vardır. Birçok tezkirede onun ilmi yönü çeşitli nitelendirmelerle belirtilir. Şiirinde düzenli bir üslubunun olduğu hatta muamma ilminde Mîr Hüseyin ve Mollâ Câmî’nin muammalarına şerh yazacak kadar ileri seviyede olduğu belirtilir. Ayrıca şiirde ileri bir seviyede olduğu, kafiye ve aruzda oldukça yetenekli ve üç dilde şiir yazacak kadar maharetli olduğu belirtilmektedir. Hemşehrisi Gelibolulu Âlî’nin tezkiresinde, üç divanı olduğu bunların içerisinde bazı gazellerin eksik olduğu aktarılır. Tezkirelerde ilim ve şiir alanındaki özelliklerinden sıklıkla bahsedilen Sürûrî, aslında şerh ve tercüme alanında şöhret bulmuştur. Bu şöhretini ise Arap ve Fars edebiyatında önemli olan ve daha önce hiç tercümesi yapılmayan eserlerin şerh ve tercümelerini yapmaktan almaktadır.
Sürûrî, şerh ve tercümelerinde klasik bir yol izlemiştir. Öncelikle metnin ait olduğu dildeki asıl hâlini vermiş ve sonra bunun Türkçe tercümesini yapmıştır. Tercümede metnin aslını bozmamış, kelime kelime tercüme yoluna gitmiş ve gramer düzenine önem vererek kelimelerin sıralarını bozmamıştır. Ardından metnin açıklamasını geniş bir şekilde yapmıştır.
Sürûrî’nin Türkçe, Arapça ve Farsça olmak üzere üç farklı dilde şerh, tercüme ve telif eserler verdiği görülmektedir. Çeşitli kaynaklarda eserlerinin sayısı hakkında bilgiler mevcuttur. Evliya Çelebi eserlerinin 150’den fazla olduğunu söylemektedir ancak bunun abartılı bir rakam olduğu sanılmaktadır. Âşık Çelebi ise Sürûrî’nin yaklaşık 36 eserinin olduğunu bildirmektedir. Bunun gerçeğe daha yakın olduğunu söyleyebiliriz.
Arapça yazılmış şerhlerinden Şerh-i Buhârî, Sahîhi Buhârî’ye şerh olarak yazılmıştır. Eserin yarısına yakını Sürûrî tarafından şerh edilmiştir. Bu eserin nüshalarına rastlanmamıştır. Şerh-i Hidaye ise Hanefi fıkıh kitaplarından olan Şeyhülislam Burhaneddin b. Ebu Bekr Merginânî’ye ait Hidaye isimli esere yazılan şerhtir. Bu eserin nüshaları başta Süleymaniye Kütüphanesi olmak üzere bazı el yazması kütüphanelerinde bulunmaktadır. Bir diğer eseri ise Şerh-i Misbâh fi’n-Nahv’dir. Bu eser Sürûrî’nin müderrislik yaptığı dönemde kaleme alınmıştır. İmam Nasır b. Abdüsseyid el- Mutarrızî’nin eserine şerh olarak yazılmış ve nahiv sanatıyla ilgili bir eserdir. Arapça bir diğer eseri ise Şerh-i Tefsîr-i Kadı Beyzâvî’dir. Şafii mezhebinden Nasruddin Said Abdullah b. Ömer el-Beyzâvî tarafından yazılmış olan ve Kadı Beyzâvî Tefsiri olarak bilinen eserin şerhidir. Bu eser Osmanlı medreselerinde tefsir derslerinde okutulmaktadır. Sürûrî eserin büyük ve küçük olmak üzere iki kez şerhini yazmıştır. Hâşiye-i Telvîh ise Sürûrî’nin fıkıhla ilgili eseridir. Mesud el-Buhâri’nin Sarü’ş-Şeri adlı eseri Teftazânî tarafından şerh edilmiştir. Sürûrî ise bu eseriyle Teftazânî’nin eserine Arapça şerh yazmıştır. Şerh-i Merâh eseri de Ali b. Mesud tarafından yazılan Merâhü’l-Ervâh eserinin şerhidir. Eser esas itibariyle fiil çekimiyle ilgili bir gramer kitabıdır. Şerh-i İsâgocî adlı eser, Süryânî filozof Furfuriyûs (M 916) tarafından yazılmış Aristo’nun mantık kitabı olan Kategoriler’i anlatan İsagoci adlı eserin şerhidir. Aslında bu esere Osmanlı medreselerinde çokça okutulduğu için pek çok şerh yazılmıştır. Şerh-i Mu‘cez mine’t-Tıp adlı eseri İbn-i Sina’nın Kanûn adlı tıp kitabına yazılan şerhtir. Arapça yazılan ve yüzyıllarca okutulan bu eser tıp dünyası açısından da ansiklopedi niteliğindedir. Tefsîr-i Sûre-i Yusûf adlı eser, Kuran-ı Kerim’de geçen Yusuf suresini anlatan tefsirlerden oluşmaktadır. Şerh-i Binâ adlı eseri Arapça öğrenmek isteyenlere temel gramer bilgilerinin verilmesi amacıyla yazılan Bina adlı eserin şerhi olarak bilinmektedir. Şerh-i Gülistân adlı eseri de İranlı şair Sa‘dî-i Şirâzî’nin Gülistan adlı eserine yapılmış olan şerhtir. Eserin şerhi Arapça kaleme alınmıştır. Şerhü’l-Emsile ise Osmanlı’da sıklıkla okutulan temel kitaplardan olan Emsile isimli esere yapılan Arapça şerhtir. Bu eserin müellifi bilinmemektedir. Ancak Hz. Ali tarafından yazıldığı rivayet edilmektedir. Eser Arap gramerinin öğretilmesinde temel kaynaklardan biridir.
Sürûrî’nin Farsça kaleme aldığı şerhlerinde de oldukça başarılı olduğu görülmektedir. Şerh-i Bostân meşhur şair Sâ‘dî-i Şirâzî’nin Bostân adlı eserine yapılan Farsça şerhtir. Eseri Şehzade Mustafa’ya ithaf ederek kaleme almıştır. Şerh-i Mesnevî isimli eser ise Mevlânâ’nın Mesnevi’sine Farsça yapılan şerhtir. Bu eser Sürûrî’nin “Şârih-i Mesnevî” adıyla ün kazanmasına vesile olmuştur. Bu eserin mevcut kütüphanelerde pek çok nüshası bulunmaktadır.
Türkçe kaleme alınan şerhlere baktığımızda, Şerh-i Divân-ı Hâfız’ı görmekteyiz. Bu eser İranlı ünlü şair Hâfız-ı Şirâzî’nin Divan’ına yapılan şerh olarak karşımıza çıkmaktadır. Hâfız Divanı’na yazılan ilk Türkçe şerh olma özelliği taşımaktadır. Bu eser birçok kütüphanede bulunmaktadır. Şerh-i Şebistân-ı Hayâl isimli eseri ise Fettâhî-i Nişâbûrî’nin Şebistân-ı Hayâl isimli eserine yazılan şerhtir. Bu eser Hurufilikle ilgili sembolik bir anlatıma sahiptir. Bu esere yazılan tek şerh yine Sürûrî’ye aittir. Eserde dinî konulara çok yer verilmiştir. Şerh-i Mu‘ammâ-yı Mollâ Câmî adlı eser ise Mollâ Câmî’nin muammalarına yazılmış olan Türkçe şerhtir. Şerhte başlangıçta muammalarla ilgili bilgiler verilmiş ardından muammalar klasik yöntemle şerh edilmiştir. Şerh-i Mu‘ammeyât-ı Mir Hüseyin adlı eser ise Mir Hüseyin Nişâbûrî’nin muammalarına yazdığı Türkçe şerh kitabıdır. Şerh-i Mu‘ammâ-yı Ali Ker ise Ali Ker.’in muamma risalesine yaptığı Türkçe şerhtir. Sürûrî’nin bilinen en meşhur eserlerinden biri de Bahrü’l-Ma‘ârif’tir. Eser 1549’da Amasya’da kaleme alınmış ve uzunca süre medreselerde ders kitabı olarak okutulmuştur. Bu eser aynı zamanda ilk belagat kitabı olma özelliğini de taşımaktadır. Eserin Şehzade Mustafa’ya ithaf edilerek kaleme alındığı bilinmektedir. Bu eserlerin yanı sıra Sürûrî’nin üç adet divan yazdığı ancak bunlara rağbet gösterilmediği bilinmektedir. Bu da şairliğinin şarihliği kadar iyi olmadığı şeklinde yorumlanmıştır. Tercüme-i Acâib-i Mahlûkât adlı eseri ise Kazvînî’den alınan Acâib-i Mahlûkât tercümeleri olarak bilinmektedir. Eser çeşitli ansiklopedik bilgiler de içermektedir. Tercüme-i Zâhiretü’l-Mülûk adlı eseri ise Seyyid Ali b. Şihabüddin el-Hemedanî’nin Farsça eserine yaptığı tercümedir. Yine bu eseri Şehzade Mustafa’nın isteği üzerine tercüme etmiştir. Bunların dışında Sürûrî’nin tefsir, muamma ve risalelerinden oluşan çeşitli eserlerinin olduğu bilinmektedir.